PEYGAMBER-CAMİİ VE NAMAZ

- PEYGAMBER-CAMİİ VE NAMAZ-ZEKERİYA ACAR-VAAZ-26.09.2025
Bizleri çok seven, merhamet eden, sahip olduğumuz her şeyi bize veren Rabbimize hamd ediyor, bizlere çok düşkün, çok şefkatli ve merhametli olan Sevgili Peygamberimize salat ve selam ediyoruz.
Bu sene, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) dünyayı teşriflerinin 1500. yılını idrak etmekteyiz. Başkanlığımız, böyle özel gün ve haftalarda Müslümanlar ve insanlık için önem arz eden konuları kamuoyunun gündemine taşımayı, böylece toplumsal bir duyarlılık ve hassasiyet oluşturmayı amaçlamaktadır.
Bu bağlamda 2025 yılı Camiler ve Din Görevlileri Haftası teması “Peygamberimiz-Cami ve Namaz” olarak belirlenmiştir. Bizlerde vaazımızda bu konuyu ele alacağız.
Müslüman toplumların kültiirel ve medeni gelişmesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de mescid/camidir. Hatta denebilir ki bu yönüyle cami, İslam müesseselerinin temel kaynaklarından birini teşkil etmektedir. Gerek din, gerekse eğitim-öğretimle ilgili bilgilerin Müslümanlara aktarıldığı bir yer olduğundan onu, İslam medeniyet parıltılarının dünyaya ışık saçtığı bir mekan olarak görmek mümkündür.
İslam medeniyetinin çıkış noktası olan cami, ilk İslam toplumunun oluşumunda merkezi bir rol oynamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, hicretten sonra vardığı Medine (Yesrib)’de ilk iş olarak bir cami inşa ettirmişti. Böylece o, İslami kurumları oluşturmaya camiden başlamış oluyordu. Bunun içindir ki tarih boyunca cami, İslam müesseseleri için her zaman önemli bir kaynak olarak yerini muhafaza etmiştir. Hatta cami sayesinde birçok yeni şehir kurulduğu gibi, İstanbul, Şam (Dimaşk) ve İskenderiye gibi İslam öncesine ait tarihi birçok eski büyük şehirde de İslami bir hüviviyet kazanarak Müslüman şehirleri haline geldi.
Gerek Hz. Peygamber, gerekse Hülefa-i Raşidin döneminde sadece bir ibadet yeri olarak görülmeyen cami, Müslümanların, her konudaki problemlerinin görüşülüp karara bağlandığı bir yerdi.
Bu durumu göz önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslam’ın ilk asırlarında “Mescidin Vazifesi” anlayışını çok geniş tutmuşlardı. Nitekim Hz. Peygamber döneminden başlayarak cami, ibadet yeri, ilim tahsil mekanı(mektep, medrese, okul), kaza (yargı) dairesi, ordu karargahı, elçilerin kabul yeri, sosyal yardımlaşma merkezi, şura mahalli, misafirhane ve nihayet (günümüz insanına tuhaf gelse de) az da olsa hapishane gibi görevleri yerine getirmekle İslam müesseseleri arasında önemli yerini almış oluyordu.
Cami, bu fonksiyonlarını, çok daha sonra gelen Müslüman devletlerde de ifa ediyordu. Osmanlı’ da Cami, mahallenin idare merkezi ve imamların karargahı idi.
Kendisine verilen Arapça isimden de anlaşılacağı gibi cami, halkı toplayan, bir araya getiren yer veya halkın toplantı yeri manasıma gelmektedir. Bu yüzden sosyal kurumların başında gelen camiler, hem ibadet yeri, hem hutbe ve vaazlarla halkı eğitip irşad eden bir okul, hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karara bağlandığı mekanlardı. Bu durum ona, sosyal bir yapı olma özelliğini kazandırıyordu.
Bunun içindir ki Osmanlılarda cami, bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Camilerin etrafında bazen geometrik bir düzen içinde, bazen de yerin özelliğine göre çok defa belli bir estetik dikkate alınarak evler serpiştiriliyordu. Bu evlerden başka en önemli bina medrese idi.
Medreseler, özel mimari tarzı bulunan açık bir avlu etrafında v~ kare şeklinde dizilen küçük kubbeli odalardan oluşan zarif ve ağırbaşlı eserlerdir. Bu binalardan birkaçı bir cami etrafında sıralanınca bunlara kütüphane gibi yardımcı tesisler de ekleniyordu. Bu da mahallede bir lise, bir yüksek okul ve hatta üniversite kampüsüne benzer bir ortamın meydana gelmesine sebep oluyordu. “Allah’ ın mescidlerini, ancak Allah’ a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder” (Tevbe;7/18) ayetine gönülden inanan insanların samimiyeti, kısa zamanda birçok mescid ve camiin yapılmasını sağladı. Bu samimiyet ve coşku mimar ve ustalarda da aynı şekilde var olunca ortaya, sıradan bir imar faaliyetinin ötesinde, ibadet aşkıyla yapılmış abide eserler meydana çıkmasını sağlıyordu.
Nitekim Ahmet Harndi Tanpınar “Beş Şehir” adlı eserinde bu durumu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.
“Ah bu eski sanatkarlar ve her dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir unsurdan yepyeni bir alem yapan sanat mucizeleri! Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa’nın ve İstanbul’un çehresini değiştirdiler. Onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar. Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un yıkılmış Şark! Roma (Doğu Roma= Bizans) manzarası ortadan silindi ve yerini camileri, medreseleri, hanlanyla yumuşak çizgili, elastiki hamleli, kullandığı malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı unsurdan denecek kadar uygun bir mimari aldı.”
Ahmet Harndi Tanpınar’ın, “cedlerimiz inşa etmiyorlar ibadet ediyorlardı” şeklindeki sözleri, gerçekten cami inşa edenlerin hem banileri, hem de orada çalışan en alt seviyedeki işçisine varıncaya kadar böyle bir anlayışın içinde olduklarını göstermektedir. Bu, ibadet aşkıyla ortaya çıkmış olan ruh ve iman, kısa süre içinde fethedilen şehirlerdeki abidevi eserlerle kendisini ortaya koymuştu.
Bu ruh ve imanın ortaya koyup meydana getirdiği bir noktaya daha işaret etmek istiyoruz. Bilindiği gibi ibadetlerin büyük bir kısmı, temizlik diye ifade edebileceğimiz “taharet”le mümkündü. Temizlik olmadan ibadetlerin bir kısmı yerine getirilemez. Bundan dolayı temizlik, İslam’ın önem verdiği belli başlı prensiplerden biridir. Bu sebeple gerek Kur’an, gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde bu mesele üzerinde ehemmiyetle durulur. Öyle ki temizlik olmadan birçok ibadetin yapılamayacağı emri, her
Müslüman’ ı hem vücudunu, hem elbisesini, hem de bulunduğu yeri temiz tutmak zorunda bırakır. Bundan dolayı özellikle Osmanlılarda ibadet mahalli olan cami yapılmadan önce, onun inşaatında çalışacak olanların temizlenmesi için hamam yapılıyordu.
Gerçekten Evliya Çelebi’nin de işaret ettiği gibi, İstanbul’da Osmanlılar eli ile yapılan ilk hamam, Fatih Sultan Mehmed’in inşa ettirdiği “Irgat Hamamz”dır. Bu hamam, cami inşa edilmeden önce inşa edildi. Çünkü camide çalışacak olan işçiler, önce hamamda gusül etmeliydiler. Ancak bundan sonra cami inşaatına başlamalıydılar.
Şu bir gerçektir ki, Osmanlı döneminde bir şehir, ister fethedilmiş olsun, ister yeni kurulmuş olsun, ona Türk ve Müslüman damgasını vuran en önemli yapı cami idi. Camilerin, tarih boyunca üstlendikleri bu rolü, hemen her yerde görmek mümkündür. Sözgelimi Bosna Sancağı’ndaki vakıf hizmetlerinden bahsedilirken bu konuya temasla şöyle denilmektedir: “XVI. yüzyılın sonlarında, en sık ve iyi inşa edilen cami ve mescidlerdir. Dua, manevi eğitim ve halkı yakından ilgilendiren konuların ilanı bu binalarda yapılırdı. Bu yapılar, Yakın Doğu ve İslam! kentleşmenin giriş noktalarıdır. Cami ve mescidler, bu döneme ait sosyal yaşamın tüm temel bileşenlerini sarmalamakta idi.”
Medine’ye hicretten sonra Hz. Peygamber, burada bir mescidin yapılmasına karar verdi.
Böyle bir mescid için en uygun yer ise Sehl ve Süheyl adlarında yetim iki çocuğa ait bir arsa idi. Rasülüllah bu arsayı 10 dinara satın aldı. Bu arsa üzerinde tuğla ve kerpiçten mamul bir bina inşa edildi. Bu mescidin temeli de Kuba’ da olduğu gibi bir nevi merasimle atılmıştı.
Hz. Peygamber bu inşaatta sadece bir işçi olarak değil, aynı zamanda bir mühendis mimar olarak da kabiliyet ve iktidarını göstermişti. Bu mescidin ilk ölçüleri 100 x 100 zira’ idi. Günümüzde “Mescidu’n-Nebi” adı ile anılan Medine’deki bu ilk camide, üç ayrı bölüm bulunuyordu. Bunlar: Namazın kılınması için büyük bir salon, mektep (okul) vazifesi görmek üzere bir suffa ve Hz. Peygamber’in aile efradı için birkaç küçük oda idi.
Hz Peygamber, mahallelerde ve kabilelerin içinde Müslümanların sayısı artınca buralarda mescidler inşa edilmesini emretti. Bu emrin bir sonucu olarak kısa bir müddet sonra Medine ve çevresinde birçok mescidin yapıldığı görülmektedir. İbn Şebbe, bazılarında Hz. Peygamber’in de namaz kıldığı bu mescidlerin bir kısmının isimlerini vermektedir.
Belazuri’nin nakline göre Mescid-i Nebi ile Mescid-i Kuba dışında Medine’de dokuz mescid bulunuyordu. Buralarda vakit namazları kılınmakla beraber Cuma Namazı sadece Mescid-i N ebi’ de kılınıyordu.
Medine’de inşa edilen ilk mescid, çok kısa bir zamanda İslam’ ın, evrensellik, gelişme ve ilerleme özelliklerinin bir sembolü haline geldi.
Bu mescid, şuurlu fiilierin icrası ve ibadetlerin yerine getirilmesi (edası) için ruhi bir merkez, devletin iç ve dış ilişkilerini yönlendiren askeri ve siyasi bir üs; Resulüllah ashabının bir araya geldiği, avlusunda toplantıların yapıldığı, mütevazı minberinden öğretilerin ve konuşmaların sunulduğu bir ilim yuvası ile yasama kurumu, Müslümanların düzen, eşitlik ve dengeli hareket etmeyi öğrendikleri, birlik, kardeşlik ve derli toplu kenetlenmeyi tattıkları sosyal bir kuruluş halini aldı.
Hiç şüphesiz İslam Devleti’nin, ilk yıllarda mali yönden güçsüz oluşu, içeride ve dışarıda sürekli bir mücadele içinde bulunması, her biri kendine yüklenecek görevi yapacak özel alanlı kurumların daha fazlasının kurulmasına imkan vermiyordu.
İşte bu durum mescidi, yığınla vazife ve faaliyet içinde olmasına, sadeliğine rağmen, hükümetin bütün görev ve faaliyetlerinin odağı ve İslam cemaatinin iç ve dış bütün ilişkilerinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin önemli bir parçası haline getirmiştir.
Gerçekten de mescidin inşa edilerek ortaya çıkması, aile ve cemaatin sosyal yapısının ilk dokusunu meydana getirmiş, bu doku, ilim, yargı, ibadet, alışveriş ve başka münasebetler yoluyla tek bir fikri birlik bağlamında, Müslümanların İslam ile özdeşleşmesinin aracı olarak kendini göstermiştir.
Hz. Peygamber’ in, Medine’ye hicreti ile başlayan cami inşaatı, Hz. Ömer devrinden itibaren önemli merkezler başta olmak üzere İslam Dünyası’nın hemen her tarafında görülmeye başlandı. Fetihlere paralel olarak İslam topraklarındaki camiler de çoğaldı. Adeta, Müslümanların fethettikleri her yerde ve kurdukları her köy ve kasahada bir veya daha fazla rnescid yaptırmak, bir prensip haline geldi. Bir bölge, şehir, kasaba veya köyde carniin bulunması ile o yerleşim yerinin İslam ülkesine dahil edildiği ve halkının da Müslümanların yönetiminde olduğu açıklanmış oluyordu.
Nitekim Hz. Örner’in, fethedilen bölgelerin valilerine, mesela Basra Valisi Ebu Musa el-Eş’ari’ye “Cuma Namazı için bir rnescid, kabileler için de ayrı ayrı rnescidler yaptırmasını ve Cuma günü herkesin Cuma Mescidi’nde toplanmasını yazdığı; benzer bir tamimi, Kufe Valisi Sa’ d b. Ebi Vakkas’ a ve Mısır Valisi Arnr b. As’ a da gönderdiği bilinmektedir.
İnşa edilen cami binaları, kuru bir yapı olarak bırakılmıyor, etrafında çeşitli hayır kurumlarının yapılmasına da vesile oluyorlardı. Bundan başka Müslümanlar tarafından yapılan camilerin masrafları, tamir ve onarım paraları ile görevlilerin maaşları, bütünüyle camii yapanların kurdukları vakıflarca karşılanır oldu. Çünkü cami inşa eden bir kimse, onun masraflarına tahsis edilmek üzere bir kısım mal ve mülkünü de vakfederdi. Camiler için böyle bir mülkün tayini ilk defa Emevi: halifelerinden Velid b. Abdülmelik tarafından h. 88 ( m.700 ) tarihinde Ümeyye Camii için köy ve mezraların tahsisi ile başlamıştı.
Arapça bir kelime olan cami, “cem” kökünden türetilmiştir. Bu ismin sözlük anlamı, aslında camilerin fonksiyonları hakkında da ipuçları vermektedir. Gerçekten de toplayan, toplayıcı ve bir araya getiren gibi anlamlara gelen cami kelimesi, başlangıçta sadece Cuma Namazı ile daha sonra da bayram namazlarının kılındığı büyük mescidler için kullanılıyordu.
Mescid kelimesine gelince o da Arapça bir kelime olan ve “eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak” anlamına gelen Sücud” kökünden gelmektedir. Bu özelliği ile o, Secde edilen yer” manasında bir mekan ismidir.
Sözlükte “secde edilen yer” anlamına gelen mescid (çoğulu mesâcid) terim olarak, müslümanların namaz kılmalarına ayrılmış mekânı ifade eder.
Secde, bir hadise göre; “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!” (Müslim, Salât 215.Nesâî, “Mevâk^t”, 35), bu sebeple namazın en önemli rüknünü oluşturduğu ve âdeta namaz ibadetini sembolize ettiği için hem Kur’an-ı Kerîm’de hem hadislerde hem de diğer İslâmî kaynaklarda özel olarak namaz ibadetine tahsis edilmiş yerler secde fiiline nisbetle mescid diye anılmıştır.
Sözlükte “toplayan, bir araya getiren” anlamına gelen cami ismi ise başlangıçta sadece cuma namazlarının kılındığı büyük mescidleri ifade ederken daha sonra bilhassa Türkler’de mescid kelimesi sadece çoğu mahalle aralarında inşa edilen küçük mâbedler için kullanılmış, vakit namazlarının da kılındığı bütün büyük mescidlere de cami denilmiştir. Ayrıca bayram ve cenaze namazlarının kılındığı açık alanlara musallâ, yol boylarında üstü açık olarak inşa edilen mescidlere de namazgâh denilir. “Mescidler yalnız Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte başkasına da tapmayın.” (Cin;72/18)
MESCİD, MÜSLÜMANLARIN NAMAZ KILMALARINA AYRILMIŞ MEKÂNI İFADE EDER.
“Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir. Böyleleri için dünyada rezillik var, âhirette de onlar için büyük azap vardır.” (Bakara 2/114).
Bu âyet de sûrenin (Cin Suresi) birinci âyetinde geçen, “bir cin topluluğunun (Kur’an’ı) dinlediği” meâlindeki cümlecikle bağlantılı olup ibadet yerlerinin Allah’a mahsus olduğunu, insanların Allah’tan başkasına ibadet etmemeleri gerektiğinin Hz. Peygamber’e vahyedildiğini bildirmektedir.
Müfessirler, buradaki mesâcid kelimesine bunun dışında şu anlamları da vermişlerdir:
- a) Mescidlerden maksat Mescid-i Haram’dır. Âyet Kâbe’ye putları yerleştirip onlara tapan müşrikleri uyarmakta ve yaptıklarının yanlış olduğuna işaret etmektedir (İbn Âşûr, XXIX, 240).
- b) Namaz ve ibadet yalnız camilere hasredilmiş olmadığından burada bütün yeryüzü kastedilmiştir.
- c) Secdede yere temas eden uzuvlar yani eller, ayaklar, dizler ve alın kastedilmiş, Allah’ın verdiği bu organlarla O’ndan başkasına secde edilmemesi emredilmiştir.
- d) Bazı müfessirlerce, secdenin namazın bir rüknü olduğu göz önüne alınarak bu kelime “namaz”anlamıyla da açıklanmıştır.(Şevkânî, V, 356).
Allah adının anıldığı ve O’nun emrine itaatle kulluk görevinin yerine getirildiği mescidlerde cemaat ruhunun tesisi sağlanıyordu. Günde beş vakit farz namazlarda, haftada bir Cuma günü, yılda iki kere bayram namazlarında yan yana, omuz omuza saf tutanlar, renk, dil, ırk gibi ayrılığa sebep olacak farklılıkları bir kenara atıyorlardı. İşte cami bu anlamda Müslümanları bir araya getirip topluyordu.
Kur’an-ı Kerim’in yedi yerinde müfred (tekil), beş yerinde de cemi’ (çoğul) olarak geçen “imam” kelimesi, sözlükte öne geçmek, önderlik etmek ve yönetmek manalarına gelmektedir. Başkaları tarafından önder kabul edilen veya kendisine tabi olunan kimseye de imam denir.
İslami kaynaklarda devlet başkanı, dini ilimlerde çığır açmış veya mezheb kurmuş şahsiyetler, sosyal ve dini hareketlerde öncülük edenler ile camide cemaatin önüne geçip namaz kıldıran kimseye de imam denir. Bütün bu farklı görev ve fonksiyonlara baktığımız zaman, bu görevlerin tamamında bir yönden topluma önderlik etme gibi ortak bir noktanın bulunduğu görülür. Bununla beraber dini gelenekte imamet terimiyle devlet başkanlığı (İmamet-i Kübra) ve cemaata namaz kıldırrna (İmamet-i suğra) kastedilir.
Fıkhi terim olarak imam, cemaatin önüne geçip namaz kıldıran kimseye denir. İmaının bu görevine de “imamet” denir. Gerek Hz. Peygamber, gerekse ondan sonra gelen Raşid halifeler bu görevi yerine getiriyorlardı. İmamlık faziletli bir görevdir. Bu sebeple dinen hayırlı ve şerefli mesleklerden biri sayılmıştır. Zira işaret edildiği gibi bir anlamda Peygamber rnesleğidir denebilir. Bu bakımdan, toplumda, bilgili, ahlaklı, dirayetli ve kıratı düzgün olan kimselerin bu göreve getirilmeleri gerekir.
Müslümanların hem dini, hem de eğitim ve irşadda önderi olacak kimsenin bu sıfatları taşıması icab eder. Ancak bu sayede Hz. Peygamberi temsil edebilir. Bu temsil meselesi, bizi imamların görevleri hakkında da bazı bilgiler verme zorunda bıraktı.
Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasına sıkışmış gibi görünen imamın görev ve yetkileri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. O, sosyal hayatın en önemli unsurlarından biri olduğu için toplumda daha faal bir rol oynuyordu.
İmam, özellikle Osmanlı dönemi şehrinin toplum hayatında önemli bir yere sahiptir. Mahallenin her şeyi ondan sorulur. Onun haberi olmadan mahalleye yabancı bir kimse giremezdi. Ölüm ve doğumların kayıtlarını o tutardı. Mahallenin genel ahlakından bir dereceye kadar o sorumlu idi. Zira Osmanlı toplumunda mahalle imamı kadı (hakim, yargıç)’nın vazife ve temsilciliğini yapardı.
Mekana göre bir görev taksimi yapıldığında kadı-naib-irnarn hiyerarşisi görülmektedir. Ülkemizde 1245 (1829) senesinde muhtarlık teşkilatı kurulana kadar mahallelerin mülki ve beledi arniri yani yöneticisi olan İmamlar, aynı zamanda kadı’nın bir nevi temsilciliğini de yapıyorlardı.
İmamların sahip oldukları bunca yetki yabancıların da gözünden kaçmamış olacak ki, XVII. asrın ortalarında Osmanlı ülkesinde bulunan Jean Thevenot, imamların toplum nezdinde, sahip oldukları değeri anlattıktan sonra şöyle der: “Ayrıca yaşlı, dürüst, Kur’an’ı iyi bilen, dünya işlerinin bilirkişisi hocalar vardır. Bizim hukukçular gibidirler. Önemli işler için çoğu zaman bu hocalara başvurulurdu. Onlar, kendilerine saygı gösteren halk arasında büyük nüfuza sahiptirler.”
1960 darbesi sonrasında 1970’lerde erotik sinemanın beyazperdeden uzaklaştırdığı geniş bir kitle için çekilen filmler bu beklentinin tamamen zıddı temsillere yer verir.
- Yılanların Öcü’nde(1962) haksızlıklara direnmek, adaletsizlikleri düzeltmek yerine tevekkül etmeyi vaaz eyleyen pasif bir imam vardır.
- Şafak Bekçileri’nde(1963) halka “okuma yazma öğretilmeli, dar kafalı, cahil köy imamlarının elinden kurtarılmalı”dır.
- Orhan Aksoy yönetimindeki ikinci çevrimiyleVurun Kahpeye, ilk filmdeki imam tiplemesini tekrarlar; Kuvâ-yı Milliye karşıtı, mal-mülk için vatanını satmaya hazır, çıkarcı ve yobaz bir imam portresi çizilir.
- Sinekli Bakkal’da(1967) yine yobaz, değişime kapalı, toplumsal ilerlemeden bihaber bir imam vardır.
- Gâvur İmam’ın(1967) imamı ise tüm köyleri haraca bağlayan, evleri yakan, halka zulmeden bir eşkıya çetesinin lideridir.
- Anadolu Kini’nde(1970) ise kız kardeşinin iffetini korumaya çalışan Ali’yi kafirlikle suçlayan dar kafalı bir imam tiplemesi görülür.
- Umut’ta (1970) yoksul halkı boş hayallerle oyalayıp ellerindeki üç kuruşa göz diken dolandırıcı bir imam vardır,
- Kibar Feyzo(1978) ve Şark Bülbülü’nde (1979) ağalık düzenine teşne olmuş, çıkarcı karikatürize din adamı tiplemeleri yer alır. Yozlaşmış bir sömürü düzeninin sürmesine destek olan şeyh ve hocalar paragöz, ikiyüzlü ve bencil karakterlerdir.
1970’lerin sonlarından 2000’lerin başlarına kadar senaryosunda kayda değer bir şekilde imama veya herhangi bir din adamına yer veren film sayısı oldukça azdır. Şerif Mardin’in ünlü “Cumhuriyet’in öğretmeni Osmanlı’nın imamına yenildi.”
Görüleceği üzere bu filmlerde imam ve din adamı tiplemesi hayli sıradanlaşmış, düşmanlaştırma ve yüceltme ikileminden uzaklaşıp hayatın içine karışan, ahlaki ikilemlere düşen, dini yaşamının bir parçası kıldığı hâlde kimliğini bayraklaştırmayan karakterleri ifade eder.
Osmanlılarda, mahalle yöneticisi olan İmamlar, günümüzde olduğu gibi cemaate namaz kıldırıp köşelerine çekilmiyorlardı. Onlar, mahallenin gören gözü, işiten kulağı idiler. Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaate yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar, sadece dini bir kılavuz, öğrencilere ders okutan birer öğretmen, kahvehane ve minberlerde cemaate yol gösteren birer akıl hocaları değillerdi.
Onlar, mahallelerinin düzeninden, halk arasındaki ahenk ve barıştan sorumlu birer yönetici idiler. Mahalleleri onlar yönetirdi. Nitekim açıktan açığa kötülük yapan ve kötülükleri bilinenler, içki içenler, namaz kılmayanlar, insanlara karşı iyi bir davranış içinde olmayanların mahallelere sokulmaması bizzat imamlardan istenmektedir.
Daha önce kısaca temas edildiği gibi cami, kuruluşundan itibaren farklı alanlarda topluma hizmet veren bir müessese idi. Dolayısıyla camii, sadece yukarıda işaret edilen sözlük ve ıstılahi anlamları açısından değerlendirmernek gerekir.
Zira Hz. Peygamber ve Hülefa-i Raşidin dönemindeki cami sosyal hayatın merkezi durumunda idi. O, namaz ve diğer ibadetlerle birlikte başka faaliyetlerin de icra edildiği bir mekandı. Denebilir ki fert ve toplumun bütün problemleri bir anlamda burada çözüme kavuşturuluyordu. Bu bakımdan camideki faaliyetleri bir anlamda dini ve sosyal olarak iki kısma ayırmak da mümkündür.
MABED OLARAK CAMİ:
Mescid / Cami, başlangıçta idare, eğitim-öğretim, mahkeme salonu (adliye sarayı), elçilerin kabul yeri gibi değişik amaçlar için kullanılmışsa da onun günümüze kadar devam eden asıl fonksiyonu, bir mabed oluşudur.
Ayetlerde geçen;”Allah’ın yapılmasına ve içinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde, akşam sabah Allah’ı tenzih ederek anarlar;” (Nur;24/36), “İlk günde takva temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha uygundur.” (Tevbe;9/108) gibi ayetler buna delalet etmektedir.
Bilindiği gibi namaz, Allah’ın emri olarak yerine getirilmesi gereken en büyük ibadetlerden biridir. Her ne kadar İslamiyet’te bütün bir yeryüzü mescid kabul edilmişse de farz namazların mescidde cemaatle eda edilmesi, Hz. Peygamber’in emri olarak kaynaklarda yerini almış bulunmaktadır. Gerçi münferiden namaın kılınması mümkünse de cemaatle kılınması, hem sevab bakımından, hem de sosyal yönden büyük bir önem taşır. Bundan dolayı olsa gerek ki, pek çok hadiste işaret edildiği gibi ashabtan bazıları, farz namazları evlerde kılıp camiye gitmemeyi Hz. Peygamber’in Sünnet’ini terk etme olarak yorumlamışlardır.
Bundan başka Müslümanların haftada bir gün (Cuma) ve senede iki gün (Ramazan ve Kurban ) kıldıkları Cuma ile bayram namazlarını mutlaka cemaatle kılmaları da gerekir. Mescidin icra ettiği mabedlik fonksiyonu, günümüzde de aynen devam ediyor.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Hz. Peygamber ve onun halifeleri döneminde mescid cami, toplumun bütün ihtiyaçlarının giderildiği bir mekandı.
- Mabed Olarak
- Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi
- Devlet Müessesesi
- Adalet Dağıtım Merkezi
- Askeri Merkez Bakımından
- Kamu Yönetimi Açısından
Biz, bunlardan sadece birine yani Mabed olarak Cami kısmına temas etme imkanı bulduk. İnşallah, ileride daha geniş bir şekilde ele alır ve camiin, sadece işaret edilen dönemlerde değil, daha sonra gelen bütün Müslüman devletlerde de icra ettiği faaliyetleri detaylı bir şekilde ele alıp inceleriz. Böylece İslam medeniyet parıltılarının dünyaya yayıldığı bir mekan olarak cami ve hizmetleri daha iyi değerlendirilmiş olur.
Bu vesile ile büyük bir yıkım ve zulümle karşı karşıya olan camilerin mescidlerin yıkıldığı Gazze’deki zulmün bir an önce bitmesini Rabbimden niyaz ediyor, 2025 yılı Camiler ve Din Görevlileri Haftamızı kutluyorm.