İSLAMDA İSTİŞARENİN ÖNEMİ
İslâmî literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder.
İSLAMDA İSTİŞARENİN ÖNEMİ
وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Ki onlar Rablerinin davetine icabet ettiler ve namazı kıldılar. Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar” (Şûra,42/38)
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: مَا رَأَيْتُ أَحَدًا أَكْثَرَ مَشُورَةً لأَصْحَابِهِ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ).
“Resûlullah (s.a.s)’den daha çok adamları ile istişare eden bir kimse görmedim” (Tirmizi, Cihad,34)
Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamındaki şûrâ (Tâcü’l-ʿarûs, “şvr” md.),
İslâmî literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder.
Şûra ile aynı kökten (şevr) türeyen birçok kelimenin “bir şeyi bulunduğu yerden alma ve açığa çıkarıp görünür hale getirme” mânasında birleştiği, özellikle balın kovandan çıkarılması işini anlatmak için bu kökten gelen kelimelerin kullanıldığı ve danışma işinin de bir meselede isabetli karara varabilmek amacıyla kişilerin fikirlerinin açığa çıkmasını sağlamaktan ibaret olduğu dikkate alındığında (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şvr” md.) şûranın terim anlamıyla kök anlamı arasında semantik ilişkinin bulunduğu söylenebilir.
Meşveret, meşûre, müşâvere, istişâre ve teşâvür de şûra ile aynı anlamdadır. Şûra kelimesi ayrıca “üzerinde ortaklaşa görüş beyan edilen iş” mânasına geldiği gibi görüş bildiren kimseler topluluğunu (ehlü’ş-şûrâ) belirtmek için de kullanılmaktadır (Fahreddin er-Râzî, IX, 54).
Cenab-ı Hak insanı medeni yani sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Yüce Allah, yaratılışın gereği olarak hayatımızı sürdürebilmek için bizi birbirimize muhtaç kılmıştır. Bu ihtiyaç insanları bir arada yaşamak zorunda bırakmıştır.
Halkımız arasında sıklıkla söylene geldiği gibi ‘yalnızlık Allah’a mahsustur’. Bir arada hayat, bilgisi sınırlı olan insanoğlunu doğru hareket edebilmek için daha bilgili olanlara danışmak, onların bilgi ve tecrübelerinden istifade etmemizi gerekli kılmıştır.
Zira halk deyimiyle “danışan dağlar aşmış, danışmayan düz ovada şaşmıştır.” Allah (c.c.) insana doğruyu bulması için danışmayı emretmiştir. Hz. Peygamber’in istişareyi öneren uyarılarında ve bu anlayışa uygun uygulamalarında konuya dair birçok örnek görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetin istişareye önem vermesi, bu işin yöntemini göstermesi, İslâm’ın her çağa hitap ettiğini göstermektedir.
Dolayısıyla istişare, günümüze değin İslâm’ın canlılığını korumasına katkı sunmuş ve sunmaya devam edecektir. İstişare, genel bir prensiptir. Her konuyu, o konuda bilgi, tecrübe ve ihtisas sahibi olan insanlarla istişare etmek gerekir.
Ekonomik bir konuyu ekonomistlerle, savaşa ait bir konuyu savaş tecrübesi olan, savaş konusunda yetişmiş askerî şahsiyetlerle, siyasî konuları diplomat ve hukukçularla, hâsılı her konuyu, o konuda yetişmiş kişilerle istişare etmek gerekir.
İstişare, herhangi bir konuda karar alınmadan önce, yetkili kişilerin görüşünü öğrenmektir. Meselelerin etraflı bir şekilde araştırılması, fikir alış-verişi, daha sonra da alınan kararın uygulanması veya ta ’dil edilmesinin gerekliliğidir. Demek ki istişareden maksat, herhangi bir meselede istişare yapılırken, meselenin en güzel yönünü bulmaktır, hata ihtimalini aza indirmektir.
İstişarenin tarih itibarı ile çok eskilere kadar uzandığını, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri arasına serpiştirilen birtakım olaylar sayesinde anlamak mümkündür. Zikredeceğimiz bazı olay ve ayetler İslam’ın istişareye verdiği değerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır
Nitekim Resûlullah (s.a.s.), kendi döneminde işin uzmanlarıyla istişare etmiştir. Vahiy bulunmayan konularda o işin ehliyle istişare etmekten geri kalmamıştır.
SÜNNETTE İSTİŞARE VE HZ. PEYGAMBER’İN İSTİŞARE ÖRNEKLERİ
Peygamberimiz (s.a.s)’in hayatına baktığımızda, onun vahiy gelmeyen hususlarda ashabıyla istişare ettiğini görürüz. O, ferdî, ailevî, ticarî, cezaî vb. tüm konularda mutlaka istişare etmiş gerek tavsiyeleriyle gerekse amelî boyutuyla hiçbir konuda istişareyi ihmal etmemiştir. Ebû Hüreyre:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: مَا رَأَيْتُ أَحَدًا أَكْثَرَ مَشُورَةً لأَصْحَابِهِ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ).
“Resûlullah (s.a.s)’den daha çok adamları ile istişare eden bir kimse görmedim” (Tirmizi, Cihad,34) demek suretiyle bu hakikate işaret etmiştir. Hz. Peygamber,
“İstişare edilen kişi, kendisine emniyet edilen kişidir” (Tirmizi, Edep,57) buyurmuştur. Bu rivayete göre müsteşar/fikrine başvurulacak kimse, güvenilir bir kimse olmalıdır.
Hadis, bir bakıma, sorunların, güven vermeyen, hakikati olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmayan kişilerle danışılmaması gerektiğini de vurgulamaktadır. İnsanı pişman eden, kendi görüşündeki ısrardır. (Maverdi)
Hz. Peygamber, kendisiyle istişare edilen kimsenin güvenilir olmasının adeta bir mecburiyet olduğunu, tersinin ise ihanet olduğunu şöyle ifade etmiştir:
ومَنِ استشارهُ أخوهُ المسلِمُ، فأشارَ عليه بغيرِ رُشْدٍ، فقد خانَهُ، ومَنْ أُفْتيَ بِفُتْيا غيرَ ثَبَتٍ، فإنَّما إثْمُهُ عَلَى مَنْ أفتاهُ
“Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bildiği halde bir şeyi tavsiye ederse ona ihanet etmiş olur.” (Ebu Davud, İlim,8)
Eski Türk devletlerinde hükümdarların çok sayıda danışman bulundurduğu ve birer danışma kurumu olarak kurultayların düzenlendiği bilinmektedir.
İslâm öncesi dönemde Araplar da gerek kurdukları krallıkların gerekse şehir devletlerinin ve aşiretlerin yönetiminde şûra yöntemine başvurmuştur.
Kur’an, Sebe Kraliçesi Belkıs’ın devlet yönetimine ilişkin işlerde kavminin önde gelenleriyle istişare ettiğine tanıklık etmektedir. Kur’an’ın anlattığı üzere Belkıs’ın kraliçeliği döneminde Sebe’ Krallığı’n da yönetim, siyaset, karar alma üslûbu istişare ile idi. (Hüthüt mektubu götürüp attıktan sonra Sebe’ melikesi Belkıs) müşavirlerine dedi ki:
قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّى تَشْهَدُونِ
“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’melikesi,) “Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dedi. * “Mektup Süleyman’dandır, rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta) dır.” * “Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)”.* (Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.” (Neml,27/29-32) dedi. Belkıs, Hz. Süleyman’ın gönderdiği mektup üzerine, nasıl bir siyaset takip edileceğini tayin etmek için yakın devlet adamlarını toplamış ve konuyu onlarla istişare etmiştir.
Araplar’da kabile reisi, kabileyi ilgilendiren meselelerde aşiret şeyhleriyle kabile meclisine danışıp karar vermekle yükümlüydü.
Aşiret yapısına bağlı eski Arap toplumunda şûra üyeleri önde gelen ailelerin temsilcileri konumundaydı. Bunların en tipik örneği Mekke şehir devletidir. Mekke’nin siyasî ve idarî işleri Kusay b. Kilâb tarafından inşa edilen Dârünnedve’den yürütülüyordu. Bir nevi asiller meclisi olan bu kurula Kusayoğulları’ndan başka genellikle Kureyş boylarının kırk yaşını aşmış başkanları katılırdı (DİA, VIII, 556). Mekke’de olduğu gibi Palmira’da da (Tedmür) benzer bir meclis vardı.
Kur’ân-ı Kerîm’in kırk ikinci sûresi Şûrâ adını taşıdığı gibi bu sûrenin 38. âyetinde şûra kelimesi geçmekte, ayrıca iki âyette aynı kökten türeyen;
“TEŞÂVÜR”
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 2/233) ve
“ŞÂVİR”
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 3/159) kelimeleri yer almaktadır.
Bunlardan “karşılıklı danışma” anlamındaki teşâvür, çocuğun iki yıl dolmadan sütten kesilmesine eşlerin karşılıklı istişare ile karar verebileceklerini belirtmektedir. Ailevî bir meselede bile istişarenin emredilip eşlerin karara eşit düzeyde katılmasının aranması, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı iradeye dayalı uygulamanın uygun görülmediğini vurgulamaktadır.
Şâvir kelimesini içeren âyette Hz. Peygamber’e iş hususunda müminlerle istişare etmesi emredilmiştir. Bu ifadeyle ilgili yorumlardan birinde esasen Resûl-i Ekrem’in danışmaya ihtiyacı bulunmadığı, ancak bu emirle kendileriyle istişare ederek müminlere değer verdiğini göstermesinin, böylece onların ihlâs ve itaatlerinin artıp güçlenmesinin amaçlandığı ileri sürülmektedir.
Bir diğer yaklaşım müşavereyi Resûlullah’ın müslüman topluma örnek olma konumuyla açıklamaktadır. Daha dikkate değer bir görüş ise söz konusu müşavere emrini, Hz. Peygamber’in akıl yönünden üstünlüğünü teslim etmekle birlikte, onun dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sahip bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmaya ihtiyaç duyabileceği biçiminde yorumlanmaktadır.
Şûra kelimesinin geçtiği âyet;
وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Onların işleri aralarında şûra iledir” (Şura;42/38)biçiminde bildirmeli (ihbârî) önerme yapısında sevkedilip ilk müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşımakla birlikte âyetin aynı zamanda sonraki müslüman toplumlara yönelik bir istek öngördüğü, dolayısıyla şûranın müslüman toplumun bir karar alma yöntemi olarak belirtildiği açıktır.
Şûranın müslümanların diğer temel nitelikleri (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme) arasında zikredilmesi ve bu âyetin yer aldığı sûreye Şûrâ adının verilmesi de şûraya atfedilen önemin göstergesidir.
Öte yandan birçok âyette şûra kelimesi kullanılmadan danışmanın önemine dikkat çekilmektedir. Meselâ Hz. Mûsâ’nın, peygamber olarak görevlendirildiğinde kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı yapılması ve işine ortak edilmesi yönündeki duası,
وَاجْعَل لِّي وَزِيرًا مِّنْ أَهْلِي هَارُونَ أَخِي اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي
“Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver,*Kardeşim Harun’u.*Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.*Ve onu işime ortak kıl.” (Tâhâ 20/29-32), klasik literatürde devlet başkanının kendisiyle istişare edeceği “tefvîz veziri” tayininin meşruiyetini açıklama bağlamında değerlendirilmiştir (Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 30, 33).
Hz. Musa’nın İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarma teşebbüslerine engel olmak isteyen Firavun, hatt-ı hareketi tayin etmek için yakın arkadaşları ile konuyu istişare etmiştir.
قَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِ فِرْعَوْنَ إِنَّ هَـذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ يُرِيدُ أَن يُخْرِجَكُم مِّنْ أَرْضِكُمْ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ قَالُواْ أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَأَرْسِلْ فِي الْمَدَآئِنِ حَاشِرِينَ يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ
“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır.*O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?*Dediler ki: Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla.*Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.” (Araf,7/109-112) Fakat bu istişare, şer amaçlı bir görüş alışverişi olarak değerlendirilmelidir.
Bazı âyetlerde ise Hz. Süleyman’ın kendisine itaat etmelerini isteyen mektubunu aldığında Sebe Kraliçesi Belkıs’ın nasıl davranması gerektiği hususunda halkın temsilcisi konumundaki kişilerin görüşlerini sorduğu bildirilmekte ve onların görüşlerini almadan hiçbir önemli meseleyi karara bağlamadığı yolundaki sözü nakledilmektedir.
قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّى تَشْهَدُونِ
“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’melikesi,) “Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dedi. * “Mektup Süleyman’dandır, rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta) dır.” * “Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)”.* (Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.” (Neml 27/29-33). Bu olay, tarihsel süreç dikkate alındığında iktidarın kullanımına toplumun temsilcilerinin katılması hususunda önemli bir aşamaya işaret etmektedir.
Bu iki olayın yanı sıra Kur’ân-ı Kerîm’de istişare ile ilgili iki sarih âyette mevcuttur. Bunlardan birincisi Mekke’de nazil olan ve istişarenin önemine binaen “Şûrâ” adı verilen sürenin 38. ayetidir.
Allah (c.c.) kıyamet gününde rızasına mazhar olacak müminlerin bazı vasıflarını bildirdiği ve henüz Medine’deki İslâm devleti kurulmazdan önce Mekke devrinde indirdiği Şûrâ suresinde:
وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Ki onlar Rablerinin davetine icabet ettiler ve namazı kıldılar. Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar” (Şûra,42/38) buyurmaktadır.
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Onların işleri aralarında şûra iledir” biçiminde bildirmeli (ihbârî) önerme yapısında sevk edilip ilk Müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşımakla birlikte ayetin aynı zamanda sonraki Müslüman toplumlara yönelik bir istek öngördüğü, dolaysıyla şûranın Müslüman toplumun bir karar alma yöntemi olarak belirtildiği açıktır.
Allah (c.c.), mümin kullarının iman ve ibadetlerle ilgili diğer vasıfları arasında, “şûra” ve “istişare” prensibinin, Müslümanların hayatında, devletin siyasi ve idarî bir düzeni olmaktan öte ailede, toplumda ve sosyal hayatın bütün alanlarında uygulanması gereken ana vasfı olduğunu beyan etmektedir. Bu âyet, genel olarak her işte istişare ve şûrâ’nın lüzum ve önemini göstermektedir.
Medine’de Uhud savaşı neticesinde nazil olan Âl-i İmrân Suresi’nin 159. ayetinde ise, Allah (c.c.), Peygamberimiz (s.a.s.)’e hitaben Uhud savaşının acılarından sonra ve oldukça kritik bir zamanda, ashabı ile istişare etmelerini kesin bir ifade ile emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” (Al-i İmran,3/159)
Ayette Hz. Peygamber’e iş hususunda müminlerle istişare etmesi emredilmiştir. Bu ifadeyle ilgili yorumlardan birinde esasen Resul-i Ekrem’in danışmaya ihtiyacı bulunmadığı, ancak bu emirle kendileriyle istişare ederek müminlere değer verdiğini göstermesinin, böylece onların ihlâs ve itaatlerinin artıp güçlenmesinin amaçlandığı ileri sürülmektedir.
Bir diğer yaklaşım müşavereyi Resulullah’ın Müslüman topluma örnek olma konumuyla açıklamaktadır. Daha dikkate değer bir görüş ise söz konusu müşavere emrini, Hz. Peygamber’in akıl yönünden üstünlüğünü teslim etmekle birlikte, onun dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sahip bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmaya ihtiyaç duyabileceği biçiminde yorumlanmaktadır.
HADİSLERDE DE ŞÛRA, MEŞVERET, MEŞÛRE, İSTİŞARE VE TEŞÂVÜR GİBİ KELİMELER SÖZLÜK ANLAMLARIYLA SIKÇA GEÇMEKTEDİR. (Wensinck,el-Muʿcem,“şvr”).
Hadislerde şûra, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş bakımından doğru karar almanın gerekli bir yöntemi” diye tanımlanmıştır. (İbn Ebû Şeybe, V, 221, 298; Tirmizî, “Fiten”, 78; Aclûnî, II, 242).
Hz. Peygamber müslümanlara şûrayı emrettiği gibi kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir.
- Resûl-i Ekrem, ilk müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı
ile istişare ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının çeşitli aşamaları, Bey‘atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir.
- Uhud Savaşı öncesi gördüğü sadık bir rüya üzerine Medine’nin dışına çıkmaya karşı olduğu halde, genç
ordu komutanlarının ısrarı ve kahir ekseriyetin kararına uyarak savaş için şehir dışına çıkmıştır.
- Hendek savaşında Selman-ı Farisi’nin Medine’yi, etrafına hendekler kazarak savunma sistemini kabul
etmiştir.
- Bedir Gazvesi’nde Hazrec’in sancaktarlığını yapan Hubâb, İslâm ordusunun düşmana en uzak olan
kuyunun çevresine yerleşmesini uygun görmediğinden Hz. Peygamber’e bu kararının ilahi bir işarete dayanıp dayanmadığını sormuştu. Vahiyle ilgili olmadığını öğrenince de düşmanı susuz bırakmak için onlara en yakın su kuyusunun yanına yerleşilerek diğer kuyuların kapatılmasını teklif etmiş, Resul-i Ekrem de onun bu görüşünü uygun bulmuştur. (DİA, Hubab b. Münzir md.)
- Yine Bedir Savaşı’nda ele geçirilen esirlerin durumuna dair ashabı ile istişare eden Hz. Peygamber, Hz.
Ebubekir’in fidye karşılığı serbest bırakılmaları görüşünü benimsemiştir.
- Hicretin 3. yılında (625) Kureyş’in savaşmak için Medine’ye yöneldiği öğrenilince Hz. Peygamber,
Medine’de kalınıp savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını daha yerinde bulan çoğunluğun görüşüne uymuş ve savaş Uhud’da gerçekleşmiştir (Vâkıdî, I, 209-214; İbn Hişâm, III, 67-68).
- Hudeybiye’de yapılan antlaşma sebebiyle hayal kırıklığı ve büyük üzüntü yaşayan sahâbîlerin
Resûlullah’ın üç defa emretmesine rağmen kurbanlarını kesip tıraş olmak için kalkmamaları üzerine eşi Ümmü Seleme ile konuşup tavsiyesine uyması da belirtilmesi gereken ilginç bir örnektir. (Buhârî, “Şürûṭ”, 15).
- Mescide minber inşa edilmesi (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 199) ve insanların namaza hangi usulle
çağrılacağı (İbn Hişâm, II, 154-156) gibi ibadetle ilgili bazı konularda da ashabı ile istişare eden
- Resûl-i Ekrem’in İfk Hadisesi’nde Hz. Ali ile Üsâme b. Zeyd’i çağırıp onların fikirlerini alması da
(Buhârî, “Şehâdât”, 15) onun istişare hususunda kişisel ya da toplumsal iş ayırımı yapmadığını gösterir.
Ebû Hüreyre de;
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: مَا رَأَيْتُ أَحَدًا أَكْثَرَ مَشُورَةً لأَصْحَابِهِ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ).
Hz. Peygamber kadar istişareye önem veren bir kimse görmediğini söylemiştir. (Tirmizî, “Cihâd”, 35).
Hulefâ-yi Râşidîn halife/imam seçimi, vali tayini ve savaşa karar verilmesi gibi kuralları bilinen, fakat kişiye ya da olaya göre karara bağlanması gereken işlerle Kitap ve Sünnet’te hükmü bulunmayan toplumsal sorunların çözümünde Resûlullah’ı takip ederek şûra yöntemine uygun davranmıştır.
Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesi, dinden dönen ve zekât vermeyi reddeden kabile ve topluluklara savaş açılması, Kur’an’ın cem‘i ve Hz. Ömer’in halife olarak belirlenmesi Ebû Bekir döneminde istişare yoluyla alınan önemli kararların örneklerindendir.
Hz. Ömer devlet teşkilâtının oluşturulması yanında yasama, yürütme ve yargılamaya ilişkin konularda sahâbenin önde gelenleriyle istişare etmiş, kararlar ancak ortak bir yaklaşıma ulaşıldıktan ya da en azından ağırlıklı görüşün ortaya çıkmasından sonra yürürlüğe konulmuştur. Hz. Ömer’in ashabın ileri gelenlerine Medine’nin uzağındaki yerlere yerleşme izni vermemesinin en önemli gerekçelerinden biri devlet yönetiminde şûra yöntemini işlevsel kılmaktı. Daha sonra sahâbenin başka merkezlere dağılmasıyla ortaya çıkan politik kargaşa onun bu öngörüsünün isabetini kanıtlamaktadır.
Ayrıca sahâbe dönemi icmâ örneklerinin ortaya çıkışında ve klasik icmâ teorisinin meydana gelişinde Hz. Ömer’in şûraya dayalı yönetim anlayışının ve bu usulle gerçekleştirdiği yasal düzenlemelerin etkili olduğu muhakkaktır. Hz. Ömer’in kendisinden sonraki halifenin seçimi için oluşturduğu altı kişilik heyet İslâm tarihinde “ehlü’ş-şûrâ / ashâbü’ş-şûrâ” diye anılmış, bu heyetin seçilmesi ve çalışma şekli “emrü’ş-şûrâ” adıyla anılır olmuştur.
Hz. Osman’ın ve Hz. Ali’nin hilâfetinde de şûraya ilke düzeyinde bağlı kalındığı söylenebilir. Meselâ Abdullah b. Sa‘d; İ
- frîkıye’nin fethi için kendisine mektup yazınca Hz. Osman yanında bulunan ashabın ileri
gelenlerine konuyu danışmış,
- 30 (650) yılında Kur’an’ın farklı şekillerde okunmasını ve tahrifini önlemek için Hafsa nezdinde
bulunan nüshadan istinsah edilip bazı beldelere gönderilmesi meselesini ashabın önde gelenlerini bir araya getirip karara bağlamış, 34’te (654)
- Fitne olayları başladığında bölge valilerini çağırıp onlarla istişare etmiştir.(Hâlid İsmâil Nâyif el
Hamdânî, sy. 22 (1422/2001), s. 33 vd.).
Hz. Osman’ın şehid edilmesi üzerine hilâfeti kabule zorlanan Hz. Ali, bu işin şûranın görevi olduğunu söylemesine rağmen daha kötü hadiseleri önlemek için görevi kabul etmek durumunda kalmış, o da zaman zaman önemli kararların alınmasında ashaptan yanında bulunanlara ve ileri gelenlere danışmıştır.
Ancak bu iki halife döneminde ortaya çıkan politik ayrışmalarla birlikte şûranın genel bir siyaset yöntemi niteliğini kaybettiği ve işlerin kişisel insiyatiflere bırakıldığı görülmektedir.
- Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Hz. Hasan ile anlaşırken hilâfet meselesinin kendisinden sonra bir şûraya bırakılmasını kabul ettiği rivayet edilir. (Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, II, 235).
- Abdullah b. Zübeyr, Hicaz’da halifeliğini ilân ettiğinde hilâfeti şûra esasına döndürmeyi vaad ediyordu (Halîfe b. Hayyât, s. 198).
Müslüman olduktan kısa bir süre sonra İslâm dünyasında hâkimiyeti üstlenen Türkler, devlet işlerini danışma yoluyla yürütme geleneklerini İslâm’ın bu ilkesiyle kaynaştırarak devam ettirmişlerdir. Şûra prensibini belirtmek için “kengeş” (işlerde danışma, görüşme, düşünme) kelimesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır (Kâşgarlı Mahmud, s. 604).
Türk devlet geleneğinde kurultayın başlangıçta dinî tören, bayram, yeme içme toyu, eğlenme ve yarışmayı ifade eden genel bir toplantı iken daha sonra önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve kararların ittifakla alındığı bir müessese haline geldiği ve şûra prensibinin ilk nüvesini teşkil ettiği söylenebilir.
İSTİŞAREYE DİKKAT EDENLERİN VE EHİL KİŞİLERE DANIŞANLARIN HATASI ÇOK AMA ÇOK AZ OLUR.
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye
Şol nedamet parmağın çok dişleye. demişlerdir.
İstişarenin rahmet oluşu Hz. Peygamber’in şu hadisinde de açıkça beyan edilmiştir:
İdarecinin, üstlendiği yöneticilik emanetini ifa ederken kendi başına hareket etmemesi, alınacak kararlarda sorumluluğunu üstlendiği insanların da görüşlerine müracaatta bulunması da büyük önem arz etmektedir. Peygamber Efendimizin yöneticilerden yapmalarını ısrarla istediği şeylerden biri de budur. Zaten Yüce Allah da bu hususu,
وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ
“…Yönetimde onlara danış.” âyetiyle emretmektedir. Allah Teâlâ”nın bu emrine binaen Allah Resûlü yönetimde önemli konularda ashâbıyla sürekli istişare hâlinde olmuş ve kararlarını istişareler sonucunda vermiştir.
Allah”ın Resûlü olmasına ve vahiy almasına rağmen yönetimini istişare ile yürütmüştür.
إنِّي لا أدْرِي مَن أذِنَ مِنكُم مِمَّنْ لَمْ يَأْذَنْ، فَارْجِعُوا حتَّى يَرْفَعَ إلَيْنَا عُرَفَاؤُكُمْ أمْرَكُمْ، فَرَجَعَ النَّاسُ فَكَلَّمَهُمْ عُرَفَاؤُهُمْ، فَرَجَعُوا إلى رَسولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ، فأخْبَرُوهُ أنَّ النَّاسَ قدْ طَيَّبُوا وأَذِنُوا.
“Aranızda kimin izin verip kimin vermediğini bilmiyorum. Bu yüzden, liderleriniz durumunuzu bize bildirinceye kadar geri dönün.’ Bunun üzerine insanlar geri döndüler ve liderleri onlarla konuştu. Sonra Allah Resulü’nün (s.a.v.) yanına döndüler ve halkın rıza ve izin verdiğini bildirdiler.” (Buhârî, Ahkâm, 26) bırakmalarına izin verdiklerinde şöyle buyurdu: Nitekim Ebû Hüreyre;
مَا رَأَيْتُ أَحَدًا أَكْثَرَ مَشُورَةً لأَصْحَابِهِ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم
“Resûlullah”tan (sav) daha çok ashâbıyla istişare eden bir kimseyi görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Cihâd, 35)
Allah Resûlü yönetimde ashâbıyla istişare ederek hareket ederken,İstişarenin yönetimde olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu şu ifadelerle vurgulamıştır:
إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلاَءَكُمْ وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا
“İdarecileriniz iyi kimselerden, zenginleriniz cömert kişilerden olduğunda ve işleriniz aranızda istişare ile yürütüldüğünde yeryüzünde yaşamanız toprak altına girmenizden hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten,78).
Şu hâlde gerek sorunlarına çözüm arayan kişilerin, gerekse bu sorunları giderecek makamlarda bulunanların adalet, eşitlik, doğru sözlülük, samimiyet gibi temel ahlâkî değerlere daima bağlı kalmaları şarttır. Aksi takdirde bu değerlerin yerini haksızlık, tarafgirlik, yalan ve aldatma gibi toplumu birbirine düşüren, kardeşlik bağlarını koparan, güven ve istikrar ortamını zedeleyen hususların alması kaçınılmazdır.
Konuyla ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz âyet, hadis, uygulama ve olaylardan şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:
- Kur’ân-ı Kerîm’in istişarenin önemine genel prensiplerle işaret etmiş olması;
- Resûlullah (s.a.s.) ise, bu işin amelî boyutunu örnek uygulamalarla göstermiş olması İslam dininin bu konuya verdiği önemi göstermektedir.
- Şûra imandan olduğuna göre şûrayı terk eden bir toplumun da imanı kemal bulamaz; sağlıklı bir şûra
uygulaması olmayan bir toplumun üyeleri, tam anlamıyla Müslüman olamazlar. Şûra, Müslümanda bulunması gerekli olduğuna ve o olmaksızın Müslümanın imanı kemal bulamayacağına göre, hem yöneticilerce hem yönetilenlerce yerine getirilmesi gerekli bir farizadır.
- İslam toplumunda istişare önemli bir yer tutar, İslam toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye
çalışmak sadece cahillik değil Allah’ın nizamına karşı gelmektir de.
- Görüldüğü gibi şûra/istişare Müslümanlar için temel bir ilkedir. İstişare temelli yapılmayan işlerden
hayır çıkmaz ve toplumsal sulh sağlanamaz. İstişareye dayanmayan yönetimlerin meşruiyeti tartışmalı hale gelir. Eskiden beri ‘İstişare eden pişman olmaz. Kendi görüşünü beğenen kimse sapar.’ denile geldiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
- İslam Dininde bilginin kaynağı olarak kabul edilen unsurlardan en önemli iki baş metinde konuya açık
bir şekilde işaret eden verilerin bulunması, onu kaçınılmaz ve tartışmasız bir şekilde Müslümanların nezdinde de önemli bir pozisyona taşımaktadır.
- Şura/istişare ilkesine işlerlik kazandırıldığında karşılaşılan ihtilaflı meselelerin hallinin daha kolay bir
şekilde ve objektif koşullarda gerçekleşeceği açıktır. Kur’an’ın sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa gönderilen bir kitap olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda önerdiği çözümlerin bütün insanlık için yol gösterici, ufuk açıcı ve yeni perspektifler kazandırıcı bir nitelikte olduğunu düşünebiliriz.
Günümüzde insan ilişkileri çok yönlü ve daha karmaşık bir hal aldığı için istişareye daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sebeple Müslümanların muvaffak olması için, ferdî, ilmî, siyasî, ticarî vb. tüm alanlarda istişare mekanizmasını canlandırmaları gerekir. İstişareden amaç çok sesliliğe, değişik fikir ve görüşlere engel olmak değil; kolektif aklı öne çıkararak ilgili herkesi problemlerin çözümüne ortak kılmaktır. Çünkü Allah resulünün bildirmesine göre:
ما خاب مَنِ استخار، ولا نَدِم مَنِ استشار، ولا عالَ مَنِ اقتَصَدَ
“İstihare eden aldanmaz, istişare eden pişman olmaz, iktisat eden (tutumlu harcayan) yoksul olmaz.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l Evsat, 14/394, H. No: 6816)



