Kültür & Sanat

MUHASEBE BİLİNCİYLE BİR ÖMÜR GEÇİREBİLMEK

  Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, ümmetini hesap gününe hazırlayan, hayatı boyunca nefis muhasebesi yapan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya olsun.

MUHASEBE BİLİNCİYLE BİR ÖMÜR GEÇİREBİLMEK-ZEKERİYA ACAR-VAAZ-26.12.2025

Reklam Arma Kırtasiye

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, ümmetini hesap gününe hazırlayan,

hayatı boyunca nefis muhasebesi yapan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya olsun.
    Zaman, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı hem büyük bir nimet hem de önemli bir imtihandır.

Aslında zamanın uzunluğu ve kısalığı yaşadığımız duygularla ilgilidir. Öyle zaman olur ki, bir ömre bedeldir; geçmesini istemeyiz. Öyle zaman da olur ki, hüzün kaplar dört bir yanımızı, hemen bitmesini isteriz. Bir an gelir huzurla dolar ruhumuz, gönlümüz şenlenir. Bir an da gelir kâbus gibi çöker üstümüze, kalbimiz daralır.

Bununla birlikte bazı vakitler vardır ki, Yüce Allah, rahmet ve mağfiret kapılarını ardına kadar açmış, onları kullarına ikram etmiştir. İşte önümüzdeki Pazar günü karşıladığımız üç ayların ilki olan Receb ayı, (dün akşam) Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece idrak ettiğimiz Regaib Kandili Yüce Rabbimizin bizlere bir ikramıdır.

Nefis; geniş anlamda, insanın aslı ya da kendisi, istek ve arzularının tamamını kapsayan bir kavramdır. Dar anlamda ise, özellikle günlük dilde, kişilerin istek, arzu ve ihtiraslarını karşılamaktadır. Nefis, Kur’an ve hadislerin yanında, birçok bilim dalınca da üzerinde durulan bir kavramdır.

Örneğin Ebû Hanife, fıkhın tanımını, “Fıkıh, nefsin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.” şeklinde yapmıştır.

Nefis muhasebesi ise; kişinin kendisiyle yüzleşmesi, kendini kontrol etmesidir. Buna günümüzde otokontrol denmektedir. Nefis muhasebesi yapmak, diğer yaratılanlardan farklı olarak, insana verilmiş olan akıl ve iradenin bir gereğidir. İnsanların kendilerini muhasebe etmesi, Allah’a kulluk görevini hakkıyla yerine getirebilmesi; dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabilmesi için kaçınılmazdır. Zira insanoğlu yaratılış itibariyle nefsin arzularına düşkün olup; nefis, insanın yaptığı kötülüklerin ilk kaynağıdır.

Nefis muhasebesi, insanın arzularının etkisinden kurtulup, nefsinin isteklerine gerektiği kadar karşılık vererek, yaratanına gerçek anlamda kul olması hedefine yöneliktir. Zira, nefis muhasebesi yapan kişi, yaşayış tarzını Allah’ın istediği şekilde düzenleme gayreti içine gireceği için, bütün söz ve fiilleri, yaratılış amacına uygunluk sağlamaya başlar.

Bu durum da, insanların imtihanda başarılı olabilmesi için, “en güzel davranışı sergilemek” şeklinde ifade edilen temel kriteri yerine getirdiği anlamına gelir. İnsan tarafından en güzel davranışın sergilenmesinin göstergesi de onun sadece kendisi için değil, aynı zamanda başkaları için yaşamasıdır.

Nefis muhasebesinin ferdi aşan gayesi de, hayırlı bir toplum meydana getirmektir. Zira, kendilerini nefis muhasebesine tabi tutan kişilerden meydana gelen toplum da doğal olarak kendisini kontrol eden, kendi içinde ve dışarıya karşı uyumlu, başkalarının “temel insan haklarına saygılı” bir toplum olacaktır.  Böyle bir toplum Kur’an-ı Kerim’de; “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmran; 3/110) olarak ifade edilmiş ve onların iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaya çalıştıkları ve Allah’a inandıkları vurgulanmıştır.

Başkalarına iyiliği anlatan, başkalarını kötülükten korumak için gayret gösteren ve onların gerçek anlamda Allah’a kul olma şerefine ulaşmasını isteyen kişilerin, öncelikle bu özellikleri kendilerinde bulundurmaları gerekir. Bu sebeple nefis muhasebesi, “hayırlı ümmet” hedefine ulaşmanın en önemli unsurudur.

İNSAN BU DÜNYAYA BAŞIBOŞ BIRAKILMAMIŞTIR.

Hayat, başı ve sonu olan büyük bir imtihandır.
Bu imtihanın özü ise muhasebe bilinciyle yaşamaktır.

Muhasebe de kişinin hayatını sürdürürken; Cibril hadisinde bildirildiği üzere Allah’ın gözetiminde olduğunu düşünerek, yaptığı işlerin uygunluğunu, fayda ve zararını düşünmek, takva üzere tedbirli yaşamak, tövbe ve istiğfar ederek hareket etmek olarak ifade edilebilir. Kur’an da Murakabe ve muhasebenin anlam içeriği daha çok “Akli ve kalbi” eylemlerin bir parçası olarak geçmektedir.

Kur’an’ın, üzerinde en çok durduğu hususlardan biri ilimdir. İlk emrinde; “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alak; 96/1) olarak gelmesi bunun önemini belirtmektedir. Kur’an’ın ilimden kastettiği, genelde imanî manadaki cehaletin zıddı olan, Allah’ın, Peygamberin ve onların emirlerini bilme ve anlamadır yani vahiydir. Akli kavramlardan olmasına rağmen ilim, murakabe ve muhasebe ameliyesinin de bir parçasıdır.

Sözlükte “denetlemek, gözetlemek, gözaltında tutmak, kontrol etmek” gibi anlamlara gelen murakabe, “kulun sürekli biçimde Allah Tealanın gözetimi altında bulunduğunun şuur ve idrakinde olmasıdır.” (Uludağ Süleyman,TDV,31/204) Muhasebe de kişinin hayatını sürdürürken Cibril hadisinde bildirildiği üzere Allah’ın gözetiminde olduğunu düşünerek, yaptığı işlerin uygunluğunu, fayda ve zararını düşünmek, takva üzere tedbirli yaşamak, tövbe ve istiğfar ederek hareket etmek olarak ifade edilebilir.

İSLAM DİNİNDE HAYAT, DÜNYA AHİRET DENGESİ ÜZERİNE KURULMUŞTUR.

“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez” (Kasas;28/77)

Dünya hayatını da bir bütünlük içerisinde ele alan İslam dininde, ekonomiye dair temel bazı ilkeler yanında ticari ilişkilere dair ayrıntılı bazı kurallar da bulunmaktadır. Bu ilke ve kuralların birçoğu muhasebe bilimiyle bağlantılıdır.

Cenab-ı Hakkın Kur’an’da geçen doksan dokuz güzel isminden birisi de “el-Hasîb”dir. el-Hasîb’in “mahlukâtının bütün ihtiyaçlarını karşılamada onlara kâfi gelen” anlamı yanında hesab soran, hesaba çeken (muhâsib) ve şeref (haseb) anlamları da vardır. Bir insanın Allah’ın bu isminden nasibine düşeni kâmil manada elde edebilmesi ancak, geçim hususunda Allah’a tevekkül etmesi, hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmesi, amelleri tartılmadan önce amellerini tartması ve İslâm izzet ve şerefini korumaya çalışması ile mümkün olabilir.

Allah Teâlâ zamana yemin ettiği Asr suresinde şöyle buyurmaktadır; 

“Asra yemin ederim ki; İnsan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr;103/1-3)

Übey bin Ka’b’ın sürenin tefsirini öğrenmek için sorduğu soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir; “Bu, günün sonu hakkında Allah’ın yaptığı bir yemindir. Hüsrana uğrayan insanla Ebû Cehil’e, iman edenle Ebû Bekir’e, salih amel yapanla Ömer’e, hakkı tavsiye edenle Osman’a, sabrı tavsiye edenle de Ali’ye işaret edilmiştir.” (Mevsûâtü’tefsîri’l-me’sûr, XXIII, 536).

Bu sureden müminler olarak almamız gereken ders, Ebû Cehiller, firavun ve nemrutların âdetleri ve amellerini terk edip Ebû Bekirlerin, Ömerlerin, Osmanların ve Alilerin hayat tarzını seçip onların ve onlar gibi yaşamaya çalışanların izinde yürümektir. 

Büyük müfessirlerden Fahreddin Râzî Hazretleri demiştir ki:  “Asr suresinin anlamını ancak bir dostumdan duyduğum şu hikâyeden sonra kavrayabildim: Adamın biri sıcak memleketlerden birinde geçimini pazarlarda buz satarak temin edermiş. Buzlarını satarken de “sermayesi eriyen adama acıyın, merhamet edin” diye yüksek sesle bağırırmış. Yani bana acıyın da buzlarımı satın alın. Buzlarımı satamaz isem evime nasıl para götürebilirim. Evet, insanın sermayesi ömrüdür. Bu sermaye boşa harcanırsa insan çok pişman olur. Ömrü bittikten sonra da pişmanlığın bir faydası olmaz.

Asr suresinde her asırda her insanın zararda olduğunu Rabbimiz haber verirken, zarardan kurtulanları da bildirmiştir. Bu zarardan kurtulacak olanlar:

1.İman edenler

  1. İyi ve güzel işler yapanlar, Rabbimizin emrettiği şeyleri yapmak, razı olmadığı şeyleri terk edenler
  2. Hakkı ve hakikati, haktan sapanlara, yanlışa düşenlere, nefsine uyanlara tavsiye edenler
  3. Sabrı tavsiye edenler

5.Hüsrandan, zarardan kurtulanlar her asırda bu nitelikteki inanlardır.

 Şair bu konuda ne güzel demiş:

Bir fâide bahş eder mi heyhat 

Vaktinde edilmeyen nedâmet.

“İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhârî, Rikâk, 1)

Ebû Ya’la’dan rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. Zavallı kişi ise, nefsini duygularına teslim eden ve Allah’tan dileklerde bulunup duran kişidir.” (Tirmizî,Kıyâmet, 25; İbn Mâce, Zühd, 31).

 

Bir müminin beş temel düşmanı bulunmaktadır. Bunlar;

  1. Kendisine Kaset Eden Mümin Kardeşi,
  2. Buğzeden Münafık,
  3. Allah Yolundan Saptıran Şeytan,
  4. Daima Kötülüğü Emreden Nefis Ve
  5. Hayatını Söndürmeğe Çalışan Kâfir.

Bu beş düşmanı iki grupta değerlendirebiliriz
Birincisi dışarıdan saldıran, varlıkları hissedilebilen ve gözle görünen düşmanlardır. Bunlar hasetçi mümin, buğzeden münafık, savaşan kafirden ibarettir.

İkincisi ise içeriden saldıran, varlıkları hissedilen, ancak gözle görülemeyen düşmanlardır. Bunlar da nefisle şeytandır. Nefisle şeytanın içeriden saldırmaları ve gözle görünmemeleri açısından müşterek tarafları varsa da aralarında büyük bir fark bulunmaktadır. Bu fark şudur: Müminler her fırsatta şeytandan Allah’a sığınıp ona lanet okurken en büyük düşmanı olan nefsin şerrinden Allah’a sığınmak çoğu zaman aklına bile  gelmemektedir.

İşte bu bakımdan nefis Hz. Peygamber tarafından en acımasız düşman olarak tanıtılmış, gelmiş geçmiş bütün veliler de nefisle mücadeleyi en zor iş olarak görmüşlerdir. Nitekim “nefsin düşmanlığı, yetmiş şeytandan daha şiddetlidir” sözü de tam olarak bu duruma işaret eder. “(Yusuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah’ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf;12/52-53)

” Hakiki  Mücâhid, nefsi ile mücadele eden kimsedir”   (İbn Hıbbân bi Tertîbi İbn Belbân, Siyer, Fedâilü’l-Cihâd, X, 484, No: 4624;Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2, IV, 165.)

Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.

 Câbir (r.a)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) Tebük seferinden dönerken sahabe ordusuna şöyle nasihat etmiştir; “Hayırlı bir yerden döndünüz. Küçük cihattan büyük cihada döndünüz.” Sahabe efendilerimizin “Ey Allah’ın resûlü! Büyük cihad nedir?” şeklindeki sorularına Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Kişinin hevasıyla mücadele etmesidir.” (Münâvî Feyzü’l-kadîr nr. 6107).

İbrahim b. Ethem bir nasihatinde şöyle demiştir; “Cihadın en çetini hevâya karşı yapılandır. Kim nefsini hevâsına râm olmaktan kurtarırsa dünyadan ve dünyanın belalarından kurtulup rahata kavuşur.” (Münâvî, nr. 6107).

 Tabiîn âlimlerinin önde gelenlerinden olan Vehb İbni Münebbih hevâ hakkında şu ibret dolu ve düşündürücü açıklamayı yapmıştır; “Hevâya tabi olmak dünyaya karşı rağbeti artırır, dünya malına rağbet mal ve makam isteklerini artırır, mal ve makama olan düşkünlük haramı helâl sayma yolunu açar.” (…)  Hevâsının esiri olan insan gaflet bataklığında çırpınırken ham hayal içerisinde Allah’ın mağfiret ve rahmeti ile kendisini avutmaya çalışır. Ancak Cenab-ı Hak merhametli olduğu kadar gazap eden, bağışlayıcı olduğu kadar intikam da alabilen bir zattır.

 Bakıyye bin el-Velîd’in haber verdiğine göre Ebû Umeyr es-Sûrî bir dostuna yazdığı mektubunda ona şöyle nasihat etmiştir; “Sen ömrün boyunca dünya ile meşgul oluyor, mal biriktiriyorsun. Her türlü günaha batmış olmana rağmen Allah’tan hayır umuyorsun. Bil ki bu halinle soğuk demiri dövmeğe çalışıyorsun vesselam.” (İbni Kemâl, Şerhü Riyâzi’s-sâlihîn, I,).

Bir müminin nefs-i emmâre meydanında  başarılı olup zafer elde etmesi, harp meydanlarında cengâverlere, minderlerde güçlü pehlivanlara galip gelmesinden çok daha zor bir iştir. Giriştiği bu zorlu mücadelede başarılı olabilmesi için nefsine karşı sürekli teyakkuz halinde olup hata ve günahlarını heybesinin ön, sevaplarını ise arka gözüne koyup onları unutması, kusur ve günahlarını aklından çıkarmaması gerekir.

Adamın biri Hasan-ı Basrî’nin sohbet meclisine gelir ve bir köşeye çekilir, ne hazret ile ne de meclistekilerle ilgilenmezmiş. Meclise devam edenler bu adamın durumunu Hasan-ı Basrî’ye anlatmışlar ve kendisine nasihat etmesini istemişler. Hazret adamın yanına gelip; “Görüyorum ki hiç kimse ile alakadar olmuyorsun. Seni Hasan-ı Basrî ve arkadaşlarından müstağni kılan nedir?” diye sormuş. Adam şöyle cevap vermiş; “Beynimi kemiren iki konu var. Birincisi rabbimin üzerimde sayısız nimetleri var, bunlara nasıl şükredeceğim? İkincisi de bu kadar nimeti bahşeden rabbime karşı sayısız günah işledim, bunları nasıl affettireceğim? Bu iki konuyu düşünmekten kimse ile ilgilenmeye ve sohbet etmeye mecalim kalmıyor.” Bu cevap karşısında dehşete kapılan Hasan-ı Basrî hazretleri adama; “Vallahi sen Hasan-ı Basrî den daha fakihsin” demek durumunda kalmıştır.

Hazret-i Ömer radıyallahu anh bir hafta boyunca yaptığı işler için günlük tutar, Cum’a günü haftanın muhâsebesini yapardı. Bunlar içerisinde Allah’ın rızasına uygun olmayan bir şey gördüğünde kendisine kamçı ile vurur, “niye bunu yaptın” diye kendine çıkışırdı. Vefat ettiği zaman yıkamak için teneşire koyduklarında sırtında ve yanlarında kamçı izleri görülmüştür.

Günler ayları, aylar yılları kovalıyor. Zaman süratle akıp gidiyor. Ömür sermayemiz her geçen gün tükeniyor. Sayılı nefeslerimiz bitiyor. Acısı ve tatlısıyla, hüznü ve sevinciyle miladî bir yılı daha geride bırakıyoruz. Geliniz, mübarek Cuma gününün şu icabet vaktinde kendimizle yüzleşme kararı verelim. Yapıp ettiklerimizin muhasebesini yapalım. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekelim.

Şeddâd b. Evs”ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah”tan (bağışlanma) umandır.” (Tirmizî, Sıfatü”l-kıyâme, 25)

Nefisini sıkı bir şekilde hesaba çeken Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur; “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin, tartılmadan önce kendinizi tartın. Çünkü bugün kendinizi hesaba çekerseniz ve en büyük sunuma, en büyük sunuma hazırlanırsanız, yarınki hesaplaşmada işiniz daha kolay olur. {O gün sunuma çıkarılacaksınız ve hiçbir sırrınız gizli kalmayacak.}” (Tirmizî, Kıyâmet, 25).

Meymûn İbn-i Mihrân ise; 

“Kul, yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor? diye ortağını gözetlediği gibi kendi nefsini gözetleyip denetlemedikçe asla takva sahibi olamaz.” sözüyle muhâsebenin önemine dikkat çekmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 25).

Peygamberimiz (s.a.v) bir hadislerinde: “Ümmetimin yaş ortalaması altmış-yetmiş yıldır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 23; İbn Mâce, Zühd, 27).

Bu hadîs-i şerîften hareketle insan ömrünü fabrikadan yeni çıkmış son derece kaliteli altmış yetmiş metrelik bir top kumaşa benzetebiliriz. Fabrika görevlileri vitrinde sergileyecekleri bu kumaş topunu özenle katlayıp müşterilere arzederler. Ahirette her insanın hayat kumaşı görevliler tarafından santim santim, metre metre geriye sarılacaktır. Defolu kumaşlar kabul edilmeyip sahiplerinin yüzüne fırlatılacaktır.“Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah, altmış yıl ömür verdiği kişinin mazeret gösterme imkânını ortadan kaldırmıştır.” (Buhârî, Rikak 5)

Dünyaya geliş amacını anlamak, hayatı anlamak ve sorumluluklarına sahip çıkmak için insanoğlunun bir “tecrübe zamanı”na ihtiyacı vardır. Bu zamanın âzami sınırı altmış yıldır. Daha kısa sürelerde de insan tecrübe imkânı bulur ve kendisine göre bir yaşayış tarzı benimser ve bunun hesabını vermeye de razı olur.

“Kul, kusursuz olmaz” denilmiştir. Kusurların telâfi yolları gösterilmiş, tövbe imkânının herkes için sonuna kadar açık olduğu bildirilmiştir. Yani insanoğluna yanlışlarını düzeltme yetenek ve imkânı verilmiştir. Buna yetecek kadar bir ömür de ihsan edilince, öteki dünyada artık özür beyan etme, bir kere daha hayata döndürülmeyi isteme hakkı bırakılmamış olmaktadır.

Gençlik ve acemilik yıllarının zayıfladığı ihtiyarlık döneminde, hayır ve iyilikleri arttırmak, kulluk gayretlerine hız vermek ve böylece son anda olsun bir şeyler elde etmeye çalışmak, her aklı başında insanın yapması gerekli bir atılımdır. Üstelik böyle bir tavır, teşvik de edilmiştir.

Ömrün sonlarına doğru iyilikleri attırmayı tavsiye eden dinî emirler mevcuttur. Bütün bunlara rağmen kendi bildiğini okuyan, arzu ettiği gibi yaşayan ve böylece uzun bir ömrü boşa geçiren kişiler çıkarsa, artık onların ileri sürebilecekleri hiçbir mazeretleri olamaz.

Hadisimiz “Altmış yıl yaşamamış olanların âhirette mâzeret ileri sürme hakları vardır” anlamına asla gelmez. İyiyi kötüyü tecrübe edip tanıyacak kadar yaşamış olan herkes, mazeretini dünyada ileri sürecek ve kusurlarını orada telâfi edecektir. Artık onlar için âhirette mazeret beyan etme imkânı yoktur. Ama nihayet 60 yıl yaşamış olan birinin hiç mi hiç böyle bir şeyi aklından geçirmemesi lâzımdır.

Altmış yıl, herşeyi yerli yerine koymak için yeterli bir zaman ve imkândır. Hadisimiz bunu vurgulamaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

  1. Kendilerine normal bir ömür verilmiş kimseler, eğer hallerini bu süre içinde düzeltmemişlerse, Allah Teâlâ’ya karşı ileri sürebilecekleri herhangi bir mazeretleri yoktur. “Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder;” * “Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.*Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.”(Müminun Süresi;23/99-101)
  2. Hayatın noksan ve eksiklerini yine hayatta ikmâl etmek gerekmektedir.
  3. Ömrün sonlarına doğru iyilikleri ve ibadetleri arttırma teşvikinin altında yatan amaç da, geçmişteki eksiklerin bir ölçüde de olsa telâfi edilmesidir.
  4. Şu hikaye tam da bunu anlatmaktadır: Adamın biri evinde özel tezgahında kumaş dokuyup pazarda satarmış. Bir defasında kumaşı defolu çıkınca alıcı tarafından kabul edilmeyip sahibine iade edilmişti. Kumaşın sahibi son derece kederli ve hüzünlü bir halde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bu işe çok üzülen kumaş tüccarı adamcağıza; “üzülme, hatalı dokunmuş olsa da kumaşını kabul ediyorum” der. Ârif bir kişi olan dokumacı, kumaş tüccarına son derece ibretli olan şu sözleri söyler: “Efendi sen beni yanlış anladın. Ben kumaşımı satamadığım için ağlamıyorum. Sen işinin erbabı bir insan olarak benim imal ettiğim malımın hatasını görüp kabul etmedin. Ya ahirette Allah amellerimi kusurlu ve defolu bularak kabul etmeyip yüzüme fırlatırsa halim ne olur, ben asıl buna ağlıyorum”. 

Ebû Hüreyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Ölen her insan mutlaka pişman olur.” Sahabe-i kiram ölen insanın pişmanlığı nasıl olur diye sordular. Peygamberimiz:

“Ölen insan iyi insan ise neden daha fazla iyilik yapmadım, kötü ise neden kötülükleri terk etmedim diye pişman olur” diye buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 58).

Ebû Berze el-Eslemî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu;“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyamet 1)

Bu hadise uygun gelen şöyle bir hikâye anlatılır: Bir gün büyük İskender ile Hızır (a.s) âb-ı hayâtı (ölümsüzlük iksiri) aramaya karar vermişler.  İskender maiyetinde komutanları ve askerleri ile Hızır ise tek başına yürüyormuş. Suyu bulan diğerine haber verecek demişler. Derken Hızır parlak bir su görmüş, suyun kaynağına varıp içmiş ve yıkanmış. Aranan su olduğu kanaatine vardıktan sonra dönüp İskender’e haber vermiş. Fakat geldiklerinde suyun kaybolduğunu görmüşler.

Sadi Şirâzî bu hikâyeyi değerlendirdiği eserinde şöyle demiştir: Bu işler Allah’ın takdiri ile olur. Zerle zorla olmaz. Madem su kayboldu dönelim demişler. Dönerken yolda gördükleri parlak çakış taşlarını evde süs eşyası olur diye çantalarına koymuşlar. Evlerine döndükten sonra çakıl taşlarını çıkardıklarında gözlerine inanamamışlar. Çünkü taş zannettiklerinin her biri meğer paha biçilmez birer cevher imiş. Alan, az alan ve almayan herkesi büyük bir pişmanlık kaplamış.

İşte bu hikâyede anlatıldığı gibi ölen her insan ya keşke daha fazla hayır ve ibadet yapsaydım ya da keşke günah işlemeseydim diye pişman olacaktır. Ancak şairin dediği gibi:

Bir fâide bahşeder mi heyhât,

Vaktinde edilmeyen nedâmet.

YENİ BİR MİLADİ YILA GİRERKEN HAYATIMIZI GÖZDEN GEÇİRMELİ 

Miladi Yeni Bir Yıla Girerken Kendimizi Muhasebe Etmek. Hesaplaşma, hesap görme, kendi kendini sorgulama şeklinde tarif edilen muhâsebe gerçek bir müminin gündelik meşgalelerini gözden geçirip hayırlı ve güzel olanları şükürle karşılaması; hataları, yanlışları ve günahları ise istiğfârla telafi etmeye çalışması demektir. İnsanın kendini iç derinlikleri, mâna ve ruh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de tarif edilmiştir muhâsebe.

 Allah katındaki değerimizin ne kadar olduğuna bakmalıyız. “Kişi sevdiği ile beraberdir” (Buhari, edep 96; Müslim, birr 165) hadisi ile; “Bir millete benzeyen onlardandır.” (Ebu Davud, Libas 4), “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” (Tirmizî, İsti’zan 7) mealindeki hadisleri anlamaya çalışmalı, bizden olmayanları taklit etme zilletinden kurtulmalıyız.

Gayri müslim hiçbir millet Müslümanların hiçbir değerini sahiplenmezken Müslüman olarak biz neden gayri müslim âdetlerini beğenip değerlerini sahipleniyoruz. Dünya kâfirin yaldızı, müminin yıldızıdır. Biz yaldıza değil, yıldıza bakıp değer vermeliyiz.

Utbe bin Ğazvan (r.a) Basra’ya vali olarak tayin edildiğinde okuduğu hutbesinde şunları söylemiştir: “İmdî! Bilin ki, dünya geçici olduğunu haykırıp süratle çekip gitmiştir. Dünyadan geriye kalan bir kaptaki suyu içen insandan geriye kalan ıslaklık kadardır. Şüphesiz siz, fâni dünyadan baki âleme intikal edeceksiniz. Elinizdekinin en hayırlısı ile intikal etmeğe çalışın. Ben insanlar nazarında büyük olup Allah katında küçük olmaktan Allah’a sığınırım” (Müslim, Zühd 14).

NEFİS MUHÂSEBESİ NASIL YAPILIR?

Nefis muhâsebesi yaparken şu hususlara dikkat etmek gerekir:

  1. İnsan sürekli Allah’ın denetim ve gözetimi altında olduğunu bilmeli, ona göre hareket etmelidir.
  2. Geçmiş günahlarını hatırlamalı ve hemen tevbe etmelidir.
  3. İnsan başkalarının hatâlarıyla uğraşma yerine kendi hatâlarını görmeli ve onları düzeltmeye gayret etmelidir.
  4. İnsan, yaptığı iyi ve güzel şeyleri Allah’tan bilmeli, yaptığı kötülükleri ise nefsinden bilmelidir.
  5. İnsan, hayatı boyunca bütün aşırılıklardan kaçınmalıdır.

Muhasebe bilinciyle yaşanan bir ömür, ahirette kolay hesaba vesile olur. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.” (Tin; 95/4) İnsan, kişisel çabalan ve buna bağlı olarak Allah’ın yardımıyla en üst mertebelere çıkabileceği gibi, en aşağılara da inebilir. Allah katında iyi bir mertebe elde etmek için, yapılması gereken en önemli iş, nefis muhasebesidir. Zira nefis muhasebesi yapanla, yapmayan kişileri Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle nitelemiştir: “Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan; âciz kimse ise, nefsinin arzularına tabî olan ve Allah’tan (olmayacak şeyler) temennî eden kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâme, 25; ibn-i Mâce, Kitâbü’z-Zühd, 31)

Buraya kadar dile getirdiğimiz prensiplere dikkat ederek yapılan nefis muhasebesi, hem bunu yapan kişiyi, hem de çevresindeki canlı ve cansız varlıkları onun zararlarından kurtarıp, kişileri kendisi ve çevresi adına hayırlı işler yapan (amel-i salih) bireyler hâline getirir.

Bize düşen; zamanın kıymetini bilip her anımızı ebedi kazanca dönüştürmektir. Rabbimizin emrinde, Peygamberimiz (s.a.s)’in izinde bir ömür geçirmektir. Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’le hemhal olmak, onun nuruyla evlerimizi bereketlendirmektir. Heva ve hevesimizin değil, Rabbimizin rızasını kazanmanın gayretinde olmaktır. Kötü alışkanlıklarımızı geride bırakmak, hem kendimizi hem de çocuklarımızı cehennem azabından korumaktır.

Zira nefis muhasebesinin etkileri hem ferdî, hem de toplumsaldır. Nitekim, nefsin telkin ettiği olumsuz tutum ve davranışlardan kendisini koruyan insan, aynı zamanda kendisine yönelen olumsuz dış etkilerden de korunmuş olur. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Mâide; 5/105)

Cenâb-ı Hak: “…O gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette, mutlakâ sorulacaksınız.” (Tekâsür;102/8)

Zaman zaman gelen felâketlerden korkuyoruz. Ülkemiz bir deprem kuşağı her zaman büyük  depremler oldu,oluyor ve de olacak. Hepimiz korktuk. Evleri terk ettik. Binalar çatladı. Kaçacak yer aradık. Bir sel felâketi geliyor, yine korkuyoruz, acaba çok şiddetli bir yağmur, bir fırtına geliyor, yine korkuyoruz. Şimdilerde ise bir kuraklıktır aldı gitti, yine korkuyoruz.

Esas korkulacak olan, günahlarımız. Onlarla gideceğiz öbür tarafa. Günahlarımızdan korkmalıyız. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarası olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâm’ın güler yüzünü tebessüm ettirememekten korkmalıyız. Bütün bunlardan korkmalıyız ki, son nefeste meleklerin müjdelediği, korku ve hüzünden emîn olan bahtiyarlardan olalım. Yahya bin Muaz Hazretleri buyuruyor ki:

“Şaşılır o kimseye ki, hastalık korkusuyla yiyecekten içecekten perhiz eder; Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz etmez.”

Yeni bir miladi yıla girmeye hazırlandığımız bu günlerde insan ömrünün ne kadar hızlı geçtiğinin hepimiz farkındayız. Bize verilen tüm nimetlerden hesaba çekileceğimiz gibi, ömrümüzü nerede ve nasıl harcadığımızdan da hesaba çekileceğimizi asla unutmamalıyız. İşte bir yıl daha ömrümüzden geçip gitti. Her an yaklaşan ölüm anı gelip çatmadan önce, kendimizi hesaba çekelim ki, “Zerre kadar iyilik ve kötülüğün karşılığının verileceği” o zor günde hesabımız kolay, durağımız cennet olabilsin.

Sohbetimizi Sevgili Peygamberimiz ’in (s.a.s) bir hadisi ile bitirmek istiyorum;

“Kıyamet günü insan tüm yaptıklarından sorgulanıp hesaba çekilmedikçe, mahşer yerinden ayrılamayacaktır.” (Tirmizî kıyamet 1)

Allah’ım! Hesap günü gelmeden önce kendimizi hesaba çekebilmeyi bizlere nasip eyle.
Allah’ım! Amellerimizi salih, niyetlerimizi halis eyle. Âmin.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu